AKLI KULLANMA AKLI
İnsanların adetleri ile doğanın kanunları uyuşmaz, çünkü insanlar adetlerini doğayı ve doğallığı anlamadan oluşturmuşlardır… Ve insanların büyük bir çoğunluğu, kendilerini en çok ilgilendirmesi gereken doğaya da, doğallığa da sırtını dönmüştür. Herakleitos MÖ 535-475
——–
Herakleitos’cu ama çağdaş düşün yazarlarından John Fowles’nde bu konudaki görüşü de ustası gibi. “İnsanların büyük bir çoğunluğu, hiçbir zaman varamayacağı ve var olamayacağı maviliklere erişebilmek için, boşu boşuna gayret harcayarak, hapis olduğu demir parmaklıklar arasından kaçıp kurtulamaya çalışan mahkûmlara benzerler”
———————————–
Tüm toplumlarda, felsefenin filozoflara, toplumbilimin toplumbilimcilere ve yeni yaşam biçimleri aramanın da delibozuklara, kaçıklara, bırakılması gerektiği yolunda çok yaygın bir görüş birliği vardır… Sanırım bu dar kafalılık, biraz aydınlık ve güzellik arayan insanlar adına, zamanımızın en zararlı toplumsal önyargılarından biridir.
Yaşamın anlamsızlığından ve tekdüzeliğinden arınma, mutlu bir yaşamın doğası, insanın yeryüzünde duyacağı haz ve güzel heyecanların sınırları gibi hayati konuların, yalnızca bu şeylerin uzmanlarına ait konular olabileceği görüşünü, sanırım tümüyle reddetmek gerekiyor… İşte bu yüzden biz reddediciler, tamamen mavilerde yaşıyoruz.
Bizleri ve tekrarı olmayan biricik hayatımızı ilgilendiren ve yaşanası her şey hakkında, kendimize uygun olan ve geniş ve evrensel görüşleri, eğer bilmezsek, gerektiğinde topluma bağlı göbek bağımızı kesecek görüşlere sahip olmazsak, o düşünmeyen o uyuşuk kitlenin önemsiz bir parçası olmaya devam etmiş olmaz mıyız?
Daha doğru, daha mutlu bir dünyaya da hiçbir zaman varamayız… Uzakların o çok renkli apaydınlık masmaviliğini görebilen bir insan olmak, haz duygularını tadarak yaşamak için, toplumun tecavüzkâr cesaretsizliğine direnmek yegâne çaredir.
Sıradan insanlar, toplum yapılanmasının onlara hilekârca zorlamalar ile benimsettiği ezici, boğucu görüşler içinde yaşarlar… Bütün kişisel değerlendirme bağımsızlıklarını ve tüm eylem özgürlüklerini yitirmiş olarak yaşarlar, hemde ömürleri boyunca… Hayatlarının tamamı, etrafındaki insanların ve inanışların kendilerinden beklediği şeyleri yerine getirmekle geçer.
Toplumun ekonomik ve sosyal yapısı içindeki hizmet rollerinden başka bir yaşam biçimini denemeye, ne ihtiyaçları ne de hakları olduğunu, ne düşünebilirler, ne de cesaret edebilirler… Bunun tam tersine olan düşünme ve cesaret etme eylemine ruh bilimciler “aklı kullanma aklı” diyorlar, biz görüş cüret ve cesaret aklı da diyebiliriz sanırım.
Fakat şu anki doğum oranı ve büyük şehirlere göç sebebiyle, büyük şehirlerin nüfusları, her beş, on yılda bir, misli ile artmaktadır. 25 yıl sonra dünya nüfusunun bir buçuk katına çıkacağı hesaplanmıştır… Böylece gitgide daha fazla, çok daha fazla insan, kitleler halinde kendilerini şehirlere ve evlerine hapsetmiş olarak yaşayacaktır.
Aşırı nüfusun yol açtığı problemlere, büyük kent nevrozu deniyor. Trafik problemleri ve kazaları, gasp, soygun, hırsızlık, yankesicilik, zorla dilencilik, enflasyon, zaman zaman hortlayan ve can alan terör, kirli hava, doğanın yok edilmesi, insanların devlet ve yasalar tarafından gittikçe daha sıkıdenetim altına alınması, insani ilişkilerin ve insani sevginin hızla yok olması… Bütün bunlar her beş, on yılda bir, gözle görülür biçimde artmıyor mu? Ekonomik servet, yetkililer ve etkililer tarafından çalınarak yok ediliyor… Adaletin ve İnsani uygarlığın yok olma noktasına doğru gittiğini ya görmek istemiyoruz, ya da hiçbir önlem, hiçbir çare düşünemiyoruz… Peki ya çocuklarınız!
*
Yakalanan biri erkek, biri kadın, iki terör suçlusu ile polis arasında ilginç bir şey yaşanmış… Birbirlerine tutku ile âşık olan bu iki şüpheliye, onları yakalayan polis şefi tarafından garip bir işkence şekli uygulanmış… Polis şefi onları yüz yüze gelecek şekilde sıkıca bağlatmış… Başlangıçta sevgililer en azından hala birlikte olduklarını söyleyerek kendilerini avutmuşlar.
Fakat ne var ki günler geçtikçe her bakımdan pislenmişler, uykusuz kalmışlar, birbirlerinden rahatsız olmuşlar ve her biri diğeri için çekilmez hale gelmiş ve giderek birbirlerinden nefret eder hale gelmişler… Sonunda birbirlerinden öylesine tiksinmişler ki, serbest bırakıldıktan sonra bir daha konuşmamışlar, bir araya gelmemişler.
Doğadan uzak bir halde ve ısrarla büyük şehirlerde yaşayan kalabalığı, onun sıkış sıkış yaşamını işte bu olaya benzetirim… Bizlere, yani mavi doğa insanlarına, büyük şehirler işte bu yüzden adeta tiksinti veriyor artık… Çünkü insan sakinliğe ve doğaya aittir.
Yani daha kolay diye hayatımızı yalanlar, aldatmacalar ve tiksintiler üstüne kurabilir miyiz?
İnsanı aptalca hayatından uzaklaştıracak sadece iki şey vardır, aşk ve doğa… Yani bir hazlar bütünü.
Kendini çevresindeki yaşamın boşunalığı ve çirkinliği yüzünden hayal kırıklığına uğramış bulan, her düşünen insan, sevdaya ve doğaya kaçmalıdır… Bunun en kolay yolu da, genlerinizden gelen çekim ile eğer toprak sevgisi insanı iseniz köylere, deniz sevdalısı iseniz, mavi doğaya kaçmaktır… Zaman zaman ve zamanı gelince de olabildiğince tamamen.
*
Belirgin iki haz biçimi vardır. İlkine niyet edilebilen, satın alınabilen hazlar deniyor. Yani bir konsere, tiyatroya, sinemaya gitmek, bir şey satın almak gibi… Bunlar planlanarak gerçekleştirilen hazlar… İkincisi ve çok daha önemli ve etkili olan ise ‘rastlantısal hazlar’.
Beklenmedik bir biçimde karşınıza çıkıveren sürpriz hazlar… Bir manzaranın karşınıza çıkıveren ani güzelliği, uzunca bir yolculukta sağ salim hedefe varma… Yani önceden açıkça görülmeyen ve gayretler sonucu oluştuğunda sahip olunan heyecan veren hazlar.
Niyet edilen, satın alınan hazlar, artık hayatınızda rutin hale gelmişse, bunlar sizde yeterince haz ve mutluluk izleri bırakmıyorsa, sizin artık beklenmedik hazlara ihtiyacınız var demektir ve tabi birde aklı kullanma aklına.
Farklı olmak ve bunun bilincinde hareket etmek şart… Ülkemizin insan gerçekliğine baktığımızda, içimizi yakan bir korku ile görüyoruz ki, hiçbir zaman bu derece içi boş, aklı bomboş insanlar doldurmamıştı ortalığı… Milyonlarca içi boş deniz kabukları ile dolu koskoca bir sahil gibi… Bu insanlar sanatçılarla, yazarlarla, felsefecilerle, bilim insanlarıyla ve onların yapıtları ve kitaplarıyla hiçbir şekilde ilgilenmemektedirler.
*
Rastlantı ve sonsuzluk içinde yaşadığımın bilincindeyim… Teknemin altında yaşayan bir mavi su, çevremde yaşayan bir orman… Uslu uslu yağan yağmur… Kozmos her yanımda ve sonsuzluğa kadar uzanıyor, üstümde Samanyolu, onun üstünde yıldız bozkırları, sonsuz galaksi çayırları… Etrafımda okyanusvari bir ışık… Fakat bunca yaşamın üstünde, hiçbir özel ilgi veya özel merhamet yok… Ancak her yerde, her tarafta yaşayan bir denge, yükselip alçalan bir kuvvet… Devasa fakat gizemli bir yalınlık, sonsuz bir ışık ve yaşam soluyuşu ve varoluş bütünü… Bu akıl almaz varoluşun içinde, bu muhteşemliğe sırtımı dönmeden ve onu soluyarak yaşamam gerektiğini kavrıyorum… İşte bu muazzam tabloyu görebilmek, buna saygı duyabilmek ve onu tadarak, hissederek, dokunarak ve hayranlıkla yaşamak gerektiğini kabul etmektir düşünen ve yaşayan insan olmak.
Bu dergiyi alarak bu satırları okuduğunuza göre “Şu anda bulunduğumuz yer, Kolomb’un durduğu ve denize baktığı yerdir… Sadun Boro ile sıradan bir insan arasında var olan uçurum değildir… Hepimizin bir Sadun Boro olması imkânsızlığı gerekli değildir, bunları hissedebilmek ve solumak için, sadece Büyük Usta ile aynı türden olmamız kâfidir.”
Nasıl ki annemizi babamızı hatırlayarak, ziyaret ederek, gönül huzuru yaratıyorsak, doğa anayı da ziyaret etmeyi ve onun bağrında var olmanın bize armağan ettiği tüm huzurlu duyguları ve rastlantısal hazları tadarak yaşamamız gerekmez mi?
*
Akıla ne işle uğraşacağını gönül öğretir… Gönül gelişmezse, akıl kötülüklerle uğraşır. Prof. Oktay Sinanoğlu.