'''ÇEVRECİLİK ANLAYIŞIMIZDA KAPIMIZ, SİYASET DIŞI VE TARAFSIZLIK İLKESİNDE OLAN HERKESE AÇIKTIR'''

Ya bizden sonrakiler…

M_a18

YA BİZDEN SONRAKİLER!

Dünya üzerindeki canlılar içinde, sadece insan, kendi kalıplarını değiştirebilir. Sadece insan kendi kaderinin mimarıdır. Günümüz ruh biliminin en büyük (zihinsel) buluşu, insanların zihinsel tavırlarını değiştirerek, yaşamlarını da değiştirebileceklerinin keşfi olmuştur.

*                                    William James

Maskaralığın farkındayız. Etrafımız, gücü ve yetkiyi elinde tutan ölüler! tarafından sarılmış durumda. Çünkü gücü yetkiyi ve iktidarı ellerinde tutabilmeleri için ölü! olmaları gerekiyor. Binlerce yıllık insanlık kültüründen sonra geldiğimiz yere bakın. Kaldırımda yürürken yanınızdan geçen insanlara dikkat edin- Gözlerinin feri sönmüş ve hain, yürüyüşleri hantal, kaba, tuhaf ve çirkindir.

Charles Bukowski

*

Birey olabilmiş insan özne olarak var olma ihtiyacı duyar. Bu olasılık ona tanınmadığı zaman, iç huzursuzluk belirtileri üretir, önce hiperaktivite başlar, arkasından, mesleki tükenmişlik, stres, depresyon ve antidepresan kullanımı… Ve bu çalışma koşullarına bağlı olarak intihar sayısındaki anlamlı artış.                                           Vincent de Gaulejac

*

Ah ne çok isterdim, etrafımdaki her şeyi tahlil etmeye başlamadan önceki o çocukluk günlerime geri dönebilmeyi.

  1. James’in ruh bilimi adına insan olabilmenin yolunu ve hatta kısa formülünü göstermesine rağmen, hala Bukowski ve Gaulejac’ın çizdiği karanlık tabloyu yaşıyor insanlarımız… Zorla önlerine sürülen karanlık ve ezici yaşam biçimlerine karşı, insanca yaşayabilmenin ölüler! tarafından duyulmayan çığlıklarını atıyorlar.

Tüm bunların bilincinde olunca, insan hem yaşadığı, hem sığındığı mavi dünyanın kıymetini çok daha iyi anlıyor ve kavrıyor… Çünkü bende oradan geldim, yani Bukowski ve Gaulejac ifade ettiği ölüler dünyasından kaçtım ve mavi dünyaya geldim… Ama yine de başını kuma gömen deve kuşu gibi yaşayamıyorum.

Hani biraz edebiyat yapacak olsam, şöyle diyebilirim, çocukluk yıllarım hariç, mavilere kavuşana kadarki tüm ömrüm, meleklerin yuhalamaları karşısında, ilk perdesi 35-40 yıl sürmüş kalitesiz, sıkıcı ve canlı ölüler arasında geçen bir dramaydı.

Sanırım karanlığın, saldırganlığın ve yıkıcılığın ‘şimdilik’ ulaşamadığı tek yer, hatta belki de tek ve son yaşam biçimi burası, mavi dünyanın tek bakir cenneti Güney Ege ve tabi Gökova… Şimdilik dedim, çünkü Gökova adı verilmiş bu Tanrısal Başyapıt’a da saldırı artık başladı… Duymuşsunuzdur, bu doğal cennetin bir parçası olan Akyaka’da Toki apartmanları yapılacakmış pek yakında, böylece Gökova’nın yok edilmesi için, doğaya sorumsuz, saygısız girişimler de böylece başlatılmış oldu… Bu durumu önlemek için binlerce imza toplanıyor. Siz imzaladınız mı? Hiç değilse bunu yapalım.

*

Halikarnas Balıkçısı Cevat Şakir ve çağdaşları, Sadun Boro ve çağdaşları ve hatta benim kuşağım, (emekli olduktan sonra) bu cenneti gördük, yaşadık-yaşıyoruz… Peki ya bizim-sizin çocuklarınız ve onların çocukları, torunlarınız… Onlar Gökova diye, Toki apartmanları ve oteller zincirini mi yaşayacaklar?  Sularına, kıyılarına şamandıralar konarak, kimselerin ve torpili olmayan hiç bir teknenin sokulmadığı mahvedilmiş koyları mı yaşayacaklar?

Neyin kıymetini bildik ki, Gökova’nın kıymetini bileceğiz… Geçenlerde yakın bir arkadaşım aradı. Eline Bodrum’un Turistik bir broşürü geçmiş. Halikarnas Balıkçısından şair Cevat Şakir Karaağaç diye söz etmişler ve güya Bodruma 1925 yılında gelmişmiş!

Ne okumuş insanlar ne siyasiler ne devlet erkânı… ‘Kâhtı-i rical’ demiş ya Osmanlı aydınları, yani ‘adam kıtlığı’ demek… O yıllara ait bunu tamamlayıcı çok daha acı bir söz, bir tekerleme vardır. “Ne günlere kaldık ey koca hünkâr, eşek silahtar oldu katır mühürdar.”

Ahde vefayı bilmeyen bir toplum doğaya saygıyı mı bilecek, öküz gelmiş öküz gidecek.

*

Hisarönü’nde karşılıklı iki büyük otel var, yıllarca durdurmaya çalıştık ama nafile, Turgut’taki denize sıfır büyük otel sonunda bitti… Ve Turgut koyu önündeki küçük ada üstündeki villalar da bitti… Yüzlerce ağaç yok edilerek yapıldılar ve işgal ettikleri kıyılara teknenizle girmeye kalksanız kovuluyorsunuz.

Sonuç olarak kıyılar-koylar gerçek sahipleri olan doğa dostlarına ve denizcilere kapatıldı… O kıyıların-koyların dibi de sanayi çöplüğü haline geldi, temizlenmiyor ve o koylara alınmadığımız için de, o koylarda su altı temizliği yapamıyoruz, yapmayız da.

Bir iki arkadaşımla birlikte gidip demirlediğimiz koylarda uzun yıllardır sessiz sedasız su altı temizliği yaparız… Bir saatlik bir dip temizliğinde, pas ve pislik içinde iki-üç çuval çöp çıkartıyoruz… Kırık cam bardak ve şişeler ve kırık tabaklar yüzünden ellerimizde her zaman küçüklü büyüklü sıyrıklar, kesikler oluşuyor, önemli değil.

Sonbaharda aynı yerlere gidip tekrar daldığımızda yeniden atılmış çöplerle karşılaşıyoruz. Bira ve kola kutuları-şişeleri, içki şişeleri, bardaklar, tabaklar… Ve tabi ki daha derinlerde ise mezar ağlar.

Bir şekilde denizin altında-tabanında-dipte terk edilmiş ağlar… İçinde kalmış balıklar zaten ölmüş, bir de bu ağlara dıştan takılarak ölmüş çok sayıda balık var… Yani bu mezar ağlar su altında balık avlamaya, daha doğrusu balıkları öldürmeye devam ediyorlar. Yeni kurulan ‘Akdeniz Koruma’ derneği bu ağları bulup denizin altından çıkartmaya çalışıyor, fakat dibe takılmış ve onlarca metre uzunluğundaki bu ağları dipten söküp yukarı çıkartmak hiç de kolay değil ve hayli tehlikeli bir iş, dalgıçlar da bu ağlara takılıp, dolanıp ölebilir.

*

Muğla valiliğinin görevlendirdiği iki motor haftada 2 gün bu bükleri-koyları dolaşarak teknelerden birikmiş çöpleri istiyor, topluyor… Fakat sadece haftada 2 gün, bu yeterli mi? Değirmen bükü, Tuzla ve yedi adalar gibi teknelerin yoğun olduğu yerlerde bu çöp toplama teknelerinin sürekli durması gerekiyor. Akdeniz Koruma Derneği de eksikliğin bu olduğu görüşünde. Haftanın diğer günlerinde biriken çöpler ne olacak? Çünkü bu çöpler o sıcak havada 1 gün içinde berbat biçimde çürüyor-kokuyor.

*

Bu dünyadan yakasını, özgürlüğünü ve hayallerini kurtaranlar için, bir nebze huzur için, ruh sağlığı için, gidilecek kaçılacak başka bir doğa yok, başka bir dünya yok… ‘Kafeste doğan kuşlar, uçan kuşlara deli gözüyle bakar’ diye bir söz vardır…

* Denizlerde yaşam adına yazılar yazarken artık içim acıyor, endişeliyim… Çünkü kafeste doğan kuşlar normal, bizler ise deli olduk. O normal! İnsanların (o ölülerin) şehirlerdeki yeşil alan katliamları hızını alamadı, gözleri doymadı,  şimdi bakir doğaya da saldırıyorlar.

Kar etme mantığı ile insana ve doğaya saygısız ve merhametsiz; İnsanları huzursuz ettiğini, anlam kaybına sebep olduğunu, insanları çileden çıkarttığını hiç hesaba katmaz o ölüler… Bu mantık topluma ve insanlığa karşı çıkarak gelişir… Kamu huzurunu, kamu güvenliğini korumaktan ziyade, sadece kendisine karşı işlenen suç oranını, zor kullanarak aşağı çekmeye çalışır.

Yani karlar, paralar çoğaldıkça, mutluluklar yaralanır… Çünkü bu kavga aynı zamanda ‘mutsuz olma arzusu’ yaratır, bu arzuya sahip olan normaller! Mutlu insanlara düşmandırlar… Böyle bir değer kaybı deliliği, dünyaya, ama özellikle ülkemize, sâri bir hastalık gibi yayıldı, öylesine yayıldı ki, bakir doğa da bu saldırıdan kendini kurtaramıyor ve kurtaramayacak, durum giderek umutsuzlaşıyor bence.

*   Yani Bukowskı’nin dediği gibi, “…maskaralığın farkındayız, etrafımız güce ve yetkiye sahip ölüler tarafından sarılmış durumda. Çünkü bu gücü bu yetkiyi ve iktidarlarını ellerinde tutabilmeleri için, ölü olmaları gerekiyor.” Çünkü onların yaşayan hayattan haberleri yoktur, gerçek yaratıcının yaradılış mucizesinden haberleri yoktur, yaradılışın ve yaşayışın temelinin sevgi olduğundan haberleri yoktur. Onlar yıkar, yok eder, gerekirse öldürür ve daha fazla ve daha fazla kar ederler.

Görünüşte içinden geçilmez gibi duran parmaklıklar var etrafımızda. Bu kısır döngü, eğer kar ve para hırsınız yeterince yok ise, o zaman bu hırs hayatlarınızın ufkunu karartır… Her türlü insani olanaklarımızı ve ihtiyaçlarımızı tüketen ve acımasızlıkla sonuçlanacak insani bir mat olmayı, insani bir yok olmayı getirir.

* Şöyle yazmıştır Nietzsche “Kaç dostum,  Orman kaya ve deniz, seninle birlikte saygıyla susmayı bilirler. O sevdiğin geniş dallı ağaca benze sen yine; sessizce ve her şeyi dinleyerek asılı durur o güzelim denizin üstünde. (Gökova’da denizin üstüne eğilir ağaçlar, dallarının arasında balıklar gezer) gitme dostum, yalnızlığın bittiği yerde başlar karmaşa ve bu keşmekeşin başladığı yerde başlar o büyük oyuncuların gürültüsü ve o zehirli böceklerin istilası”

Arthur Schopenhauer ise hayatı muhteşem bir biçimde betimlemiştir. “Gençliğin gözüyle bakıldığında, yaşam sonsuz uzunlukta bir gelecektir; yaşlılığın gözünde ise, oldukça kısa bir geçmiştir.” Diğer tüm insanların yaşamına ve hayvanlara ve çevreye ve doğaya zarar vererek geçen bir ömür insan ömrü müdür? Onlar insan mıdır?

* Kalbin, ruhun belleğine, ta başta, yani yaradılışta, yani varoluşta, asla yazılmamış şeylerden doğan, karanlık, hain ve adaletsiz refahın, çorak, yüzeysel ve soğuk ürünü olan böyle şeyler, insanlık ve mutluluk değildir… Çünkü bunlarda içselliğe, insanlığa ve Tanrısallığa dair hiç bir kıvılcım, hiç bir iz yoktur… Bu yüzden ölüdür o insanlar.

Bu yazımda düşünce tarihinden de örnekler verdim, bana insan olmayı öğreten bu hümanizmayı saygıyla selamlıyorum, bu dünyadan ayrılalı çok olmuş ama eserleri ile yaşayan bu insanları saygı ile anıyorum. İnsanlığın en büyük ozanlarından Rilke’den de birkaç satır koymadan olur mu?

“Yalnızlık bir yağmur gibidir. Akşamlara doğru yükselir denizden; çıkar gökyüzüne, orası onundur her zaman. Ve gökyüzünden kente düşer ardından. Yağmur olup alaca saatlerde iner; sehere dönerken bütün sokaklar…  Ve aradığını bulamayan bedenler, bezgin ve üzgün birbirlerinden kopar… Ve birbirine nefret dolu bu insanlar, bir yatakta yan yana yatarsa;  işte o zaman akar ve taşar yalnızlık tüm ırmaklarca.”

Bu acılı korkulara eşlik eden yalnızlıklardan, ancak bir başkasının sevgi elini uzatan mevcudiyeti ve o sevgi gücü ile el ele olmak ve o sevgi gücü ile ilişki içinde bulunmak kurtarabilmektedir yaşamaya hakkı olan insanları… Bunu yukarda sözünü ettiğim ölüler yapamaz… Onlar Tanrının bir başyapıtı olan Gökova’ya apartmanlar da yapsalar, oteller de yapsalar, içine düştükleri o karanlık kuyudan çıkamazlar…

Yazımı Zülfü Livaneli’nin satırları ile bitirmek istiyorum.

Dünyanın ucunda bir gül açmış, efil efil esen rüzgârlar bizimdir.

Yazar Hakkında

Benzer yazılar